EDEBİYAT 

TABLO

Belediye salonunda genç ressamların eserlerini sunmaları için düzenlenen sergiye nazlana nazlana da olsa geldim, yeğenim inatçı kızdır, ısrarları tatlı tatlı bıktırır.

Bicici geldii!” diye bağırdım, salonun sonundaki tabloyu görünce, heyecandan, birdenbire.

Salonda bir sessizlik oldu ve mahcup oldum, “Özür dilerim!” dedim kısık sesle. Güzel gülüşüyle bir genç yanımıza geldi.

Özür dilemenize gerek yok, iyi ki bağırdınız, hoşuma gitti, tabloma ses verdiniz” dedi. Yeğenim, “Bici bici ortak noktanız diyeceğim ama tevellüdünüz beni onaylar mı bilmem?” diye bir espri yaptı.

Genç ressam, “Benim yaşım değil ama bu tabloya esin kaynağı olan dedemin yaşı onaylar” diyerek gülümsedi ve başladı anlatmaya, güzel bir masal gibi dedesi anlatmış ona da.

Haftada bir kez kocaman bir bici bici kâsesini ne yapar, nasıl yapar, mutlaka çocukların bulunduğu pencereye bırakırmış Bicici Ali. Nasıl yapmışsa yapmış, çocukların babalarıyla tanışmış. Sonra çocuklardan, şimdi ressamın dedesi olmuş olan çocuğu, o zamanlar iki yaz boyunca, yanına çırak olarak almış, okumasını da şart koşmuş, desteklemiş.

Bir de turunç ağacına doğru gelen, saçları iki belik tombul bir kız varmış. Haftada iki kez bakışıp gülüşürlermiş. Hiç konuşmamışlar ama uzunca bir süre bakışıp gülüşmekten de vazgeçmemişler.

Genç ressamın dedesi anlatırken bazen de ağlarmış.

Annesiyle yeni doğan kardeşini memlekette mezara bırakıp geldiklerinden bir süre sonra, acıdan bir süre sonra yani, ilk tatlı gelen şeyin, bu iki kişi tarafından kabul görmesi olduğunu söylermiş.

Genç ressama “Kutlarım sizi, dedenizin anlattıklarından ne güzel esinlenmişsiniz, biciciyi ve turunç ağacını ne güzel resmetmişsiniz!” dedim ve yeğenimin koluna girdim, sergiden ayrıldık.

Yeğenim: “Halacığım, çok nazlandın ama sergiye gelmen iyi oldu, değil mi, e ne düşünüyorsun, lütfen söyle!

Söylerim ama bana bici bici ısmarlarsan…

Yeğenim: “Tabii, ama tablada bulamayız.

Olsun, bici bici bulmak bile güzel!

Bulunduğumuz bölgede bulamadık, şu dünyanın her tarafını saran kafelerden birine oturduk. Yeğenim, garsona iki kahve, iki de kurabiye söyledikten sonra:

Seni dinliyorum, hala.

Nereden başlasam diye düşünürken, sözcükler, bici bicinin üstüne serpilen pudra şekeri gibi geldiler, başladılar serpilmeye. Bici bici tatlısı, çocukluğumun kapı önü oyunları içinde bir düş oyunuydu. Pudra şekerli, kırmızı şerbetli, pırıl pırıl parlayan buz kristalli bir düş oyunu.

Beyaz önlüğü, üçgen bembeyaz şapkası, sıcağın asfalt eriten buğusuna aldırmadan yolları arşınlayan Bicici Ali’nin “Bicici geldii!” diye bağıran melodik sesine koşar, turunç ağacı gölgesinde, elimizde ellişer kuruşlarımızla etrafında toplanırdık biz çocuklar. Anlattığı hikâyeleri dinler, kâseleri bize uzatırken yaptığı numaralara gülüşürdük. Turunç ağacının berisinde bir kerpiç ev vardı, sokağımızın tek kerpiç eviydi. Uzun zamandır boş duruyordu. Bir gün penceresinde üç çocuk görüldü, aramıza katılmaz, camsız pencereden öylece bakarlardı. Sokağa çıkmamaları tembihlenmiş olmalıydı.

Sokağımızdaki kerpiç evin çocukları hariç, bütün çocuklar aynı anda Bicici Ali’ye doğru koşmaya başlar, adeta yarışırdık. Kim en önce varırsa, aynı paraya, biraz daha büyük olan, hem de resimli kâseden bici yemeye hak kazanırdı. Birbirimizi geçmemizi ister ama birbirimizi üzmemize izin vermezdi Bicici Ali.

Durun yahu! Hepinize yetecek kadar getirdim, hem de bugün anlatacağım hikâye ohho çok uzun” der, bunu demesiyle itiş kakışımız durur, başlarımız yukarıda, gözlerimiz fıldır fıldır kendisine bakardık. Çocuklardık işte… Bir halden bir hale geçişimiz çok hızlı olurdu.

Haftada iki gün izin veriyordu annem bici bici almama ve turunç ağacına doğru koşmama. Bicici Ali gelince yani. Diğer günler turunç ağacına doğru koşmak ve ağacın hemen berisindeki o eve yaklaşmak yasaktı.

Büyüklerin anlattıkları, anlatılanlardan çok daha büyür çocukların gözünde. Kocaman kocaman olur, katman katman olur, çocukluk iklimine etki eder, bilirsin sen de!

Yeğenim: “Evet, çocukluğu olan herkes gibi.

Kerpiç eve taşınanlara dair kimi iyi, çoğunlukla kötü söylenceler dolaşmaya başlamıştı bile. Aslında annem söylenenlere kızar; “Ne olmuş yani göçle gelmişlerse, onlar da insan evladı değil mi? Hem adam, yani çocukların babaları hamalmış. Çırçır fabrikasına balya taşıyormuş, alın teriyle çalışıyormuş işte. Çocukların anneleri nerede bilmem. Kadın olsaydı gider tanışır, yemek de verir, sevaba girerdim ama laf olur ya bundan çekinirim” derdi ara sıra, çekimser kalınca da bana çekimserliğine uyan yasaklar, engelleyici kurallar koyardı.

Kerpiç evi, çocuk aklımla merak etmiyor değildim ama o tarafa gitmek yasaktı işte, öyle yasaktı ki; pencereden kara boncuk gözleri, kızıl kahveye çalan dağınık saçlarıyla hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz o erkek çocuğuyla bakışlarımız çakışınca, kalbim duracak gibi oldu. Gülümseyince bana, kirli kahverengi güzel yüzüyle, bayılmamak için zor tuttum kendimi. Ne yediğim bici biciden bir şey anladım o gün, ne de Bicici Ali’nin anlattığı hikâyeyi dinledim. O kadar yasaktı!

Yeğenim: “İki çocuk gözünün, birbirini görmesinin güzelliği, belli belirsiz de olsa iklimi değiştirebilir, yasak da kural da işlevini yitirebilir. Ayrıca, çocuklukta yakalanmış bir heyecanın karşısında ne durabilir ki!

Haklısın, canım. Turunç ağacına her geldiğimde artık kalbim küt küt ediyordu, kerpiç evin camsız penceresine doğru bakma, boncuk gözleri arama, gülüşme benim yeni oyunumdu ve bu oyun, annemin kurallarına gizli bir başkaldırıydı, yasaklanana doğru bir yanaşma oyunuydu, okullar açılana dek sürdü. Okul heyecanı baskın geldi sonra, değişik meraklar doğdu, farklı başkaldırılar geldi. Altı ay kadar sonraysa babamın işi gereği başka bir eve taşındık, senin babanın doğduğu eve.

Bicici ve Turunç Ağacı’ tablosunu görünceye kadar oyunlar da, düş de, korku, heyecan ve merak; karışık ilk bakışmalar da benim için orada, doğduğum, ilkokula başladığım evin kapısı önünde kaldı zannediyordum. İyi ki gelmişim, yoksa nereden hatırlayacaktım, kurallara karşı çocukluğumun gizli ilk başkaldırısını, boncuk gözlü, dağınık kahverengi saçlı, kirli yüzlü çocuğun güzel gülüşünü, bici bicinin tadını, Bicici Ali’yi…

Bakışlarıyla şımardı yeğenim, “Vay, babaanneme söylemek vardı bu başkaldırıyı! İyi ki gelmişsin! Nereden bilecektin, Bicici Ali’nin size göstermeden, kimselere göstermeden, haftada bir kez, kerpiç evin camsız penceresine kocaman bir kâse bici bici bıraktığını. Nereden bilecektin, dedesinin ressama anlattığı bu güzel hikâyeyi!” dedi. Yarı ciddi yarı şaka elini masaya hafifçe vurdu, kurabiyelerden arta kalmış olan parçalar tabaktan masaya saçıldı, parmak uçlarımla onları tabağa geri taşıdım.

Pudra şekeri gibi serpilen sözcükler susmuştu, ben başlamıştım konuşmaya:

Bak, canım. Çukurova sıcağı deyip geçme, Çukurova sıcağının buyurup gelmesinden hemen önce, nisan ayında portakal çiçekleri bütün Çukurova’ya kokusunu sunar. Portakal çiçeklerinin kokusunu içine çeken, Çukurova’ya âşık olur. Sıcağa dayanmanın, sıcakta çalışmaya sabretmenin sırrı bu aşktadır, Bicici Ali bu sırra ermiş olanlardandır!

Mayısla birlikte başlardı yolları arşınlamaya; haziran, temmuz, ağustos sıcaklarında ve eylülün koza sıcağında da devam ederdi bu yolculuk, her gün. Çok mahalle, çok sokak geçerdi. Kerpiç evdeki çocukları görmezden gelir gibi davranması ahlâkıydı, rahatsız edilmesin diyeydi çocuklar. Camsız pencereye, oradan bakan çocuklara, gösterişsiz, reklamsız, incelikle bici bici bırakması maharetiydi.

Çukurova’nın turuncu portakalı, yeşil zeytini, beyaz pamuğuydu Bicici Ali. Pamuk gibiydi yüreği ve çırçır gibiydi elleri, sesiyse Çukurova sıcağına serpilen serinlikti:

Bicici geldii!

Çukurova insanı yüreğinde döker emeği, yüreğinde taşır ve gidebildiği her yere götürür. Ne yolların uzunluğu engel olur buna, ne uzun menzilli mesafeler, ne de zamanın geçişi. Bir tablo gibi oradadır!

Yeğenim, “Nereden bilecektin deyip duruyorum ya, aslında o tabloda sen de vardın, değil mi hala, bunu ressama niye söylemedin!” diye sordu ve heyecan, şaşkınlık, sevinç dolu bir çığlık attı.

Söylemedim.

Bicici Ali’nin emeği ile turunç ağacının gölgesinin dostluğunda genç ressam zaten hepimizi anlatmış, biraz beni, biraz dedesini, biraz annemi, biraz bütün çocukları, biraz kendisini, hatta biraz da seni yansıtmış. Bicici Ali’nin bici bici yapıp satmaktan çok daha insana işleyen, içimize işleyen bir yerde olduğunu resmederek göstermiş.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar